asık suratlı olmayan yüzü her zaman gülen

Vücudunuve başını dik tutuşu, dudaklarının keskin ve sert bir çizgi halini alışı, kendini beğenmiş, kibirli bir güvenin göstergesi. Liderlerin Pozitif Vücut Dili. < Doğrudan göz kontağı. < Dişleri gösteren, açık, sıcak gülümseme. < Karşıdakini dinlerken başı onay belirtir şekilde sallama. Pekfazla olmayan eşyasını ~ Pek az, asık suratlı, hırçın bir adam. ~ Hımmm Yaroslav Đlyiç, düşünceye daldı. Bir süre sustuktan sonra: odadan çıktığı zaman. yüzü kireç gibi, bembeyazmıs Aynı şey yüksek ailelerden birine mensup bir kadının da başına gel-mis. Zamanzaman toplarını indiren Dağlılar kampa sık sık gülleler yollarlardı", s. 123, Ruslar "içtikleri şarap ve oldukça düşkün oldukları savaş coşkusuyla sarhoştular", s. 125. 5.Anlatılanlarda Kafkaslardaki "özgürlük" mücadelesi yok, ama, tam tersi var; o mücadelenin lideri ŞŞ ve halkı ile ilgili şunlar da söyleniyor: Böylebir şeyi düşünmek bile istemiyordum. Onca emek, onca zaman, onca para Elimden geleni yapmıştım, doğru. Ama gerek annem, gerekse babam, benden bile özverili davranmışlardı. Evdeki yaşantımızın her karesi, benim çalışma tempoma göre ayarlanmıştı. Zaman akışlarım bana göre, yeniden düzenlemişlerdi. Sokaklarhala güzel, yüzü gülen, bakımlı, renkli insanlarla dolu. eskiden hi olmayan trafik şimdi iş ıkış saatlerinde Istanbul’u aratmayan niteliğe gelmek üzere. Bu noktada bir kırmızı alarm sözkonusu. Sokakta asık suratlı, nefretle bakan insan pek göremezsiniz. İnsanlar heralde daha mutlu ki normal bir yüz ifadesi Site Web De Rencontre En Ligne. İSTANBUL AA KENAN IRTAK Öğrenci affıyla dönerek bitirdiği ve daha sonra yüksek lisans yaptığı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden hocaları ve arkadaşları, Türk sinemasının "gülen ve güldüren yüzü" Kemal Sunal'ı her dönem en çok izlenen filmlerin unutulmaz karakterlerinden olan Sunal, vefatının 21. yıl dönümünde yad eğitimini 11 yılda bitirdiği Vefa Lisesi'nde tamamlayan Sunal, tiyatroya devam ederken şu anki adı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi olan Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu'nda 2 yıl öğrenim eğitimini yoğun tiyatro turneleri sebebiyle yarım bırakan Sunal, 1992'de çıkan "öğrenci affı" sonrasında üniversitenin 2. sınıfından devam etti. Sunal, 51 yaşındayken 1995'te mezun sanatçı, daha sonra fakültenin Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nde yüksek lisans yaparak, "Televizyon ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü" başlıklı bir tez ve yüksek lisanstan hocaları ile bazı arkadaşları usta oyuncu Kemal Sunal'ı AA muhabirine yüksek lisans tez danışmanı Prof. Dr. Şükran Kuyucak Esen, sanatçıyı bu çağın "Nasrettin Hocası" olarak tanımladığını derslerine devam eden ve öğrenmeye önem veren bir öğrenci olduğunu anlatan Esen, usta oyuncunun, Türkiye'nin en tanınmış oyuncusuyken, birdenbire sıradan ve dikkat çekmeyen bir öğrenci kılığına bürünebildiğini öğrenciliğin tüm gereklerini yerine getirdiğini belirten Esen, "Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Nişantaşı Binası'nın koridorlarındaki ders notu alışverişi, sınavlarda heyecanlanışı, ödevlerini hazırlarken telaşlanışı ile arkadaşlarından hiçbir farkı yoktu. Hatta notlarını öğrenmek için, not bürosundaki 'Masum abi'ye dil dökmesi, çaycı müstahdemlerle arkadaşlığı, tümüyle diğer öğrenciler gibiydi. Ama diğer öğrencilerden önemli bir farkıysa 'Türk Sineması' derslerinde, film çekimleriyle ilgili ayrıntılı bilgileri hocası ve arkadaşlarıyla paylaşması, yönetmen Ertem Eğilmez’in setlerde yaptıkları üzerine bilgiler ve anılar aktararak, dersi renklendirmesiydi." sınıf arkadaşlarının Sunal'ın kendilerinden ayrı görmediklerini, ona arkadaşça yaklaştıklarını, onun da bu ilgiye aynı şekilde karşılık verdiğini dile "kendi sineması" hakkında yüksek lisans tezi yazdığına dikkati çeken Esen, şöyle devam etti"Tezinin adı 'Televizyon ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü' idi. Türk Sineması dersi sırasında vize ödevi olarak, Kemal Sunal filmlerini incelemesini istemiştim kendisinden. O zaman ödev kapsamında incelediği bu konuyu, tez konusu belirlerken hatırlattı ve Kemal Sunal filmlerini tez olarak yapmak istediğini belirtti. Sonuçta, tezde her film çözümlenmedi ama dönemin Türkiye'sinin sosyolojik yapısı ortaya konularak, bu yapıda 'Kemal Sunal filmleri' konu ve kahraman tiplemesine göre gruplandırıldı. Ayrıca bu filmlerin yıllar içinde hem sinemada hem televizyonda neden bu kadar çok izlendiği araştırıldı. Kemal bey tezini, bilim insanlarının, sanatçı ve gazetecilerin görüşlerine dayandırarak yazdı. Tezini kendi filmleri üzerine yazmış olması, kendi sineması üzerinde bir değerlendirme yapmasını ve kendisine yeni hedefler çizmesini de sağladı sanıyorum. "Esen, Sunal'ın hayatı ciddiye alan ve asık suratlı olmayan biri olduğuna dikkati çekerek, halkın gözünde starlaşmış olmasına rağmen onun doğal ve sıradan bir yaşamı olduğunu sözlerine kopya çekerken yakaladıO dönem araştırma görevlisi olan Prof. Dr. Necmi Emel Dilmen ise Sunal'ın milyonları güldüren çok ciddi bir adam olduğunu normal hayatta ciddiyet kalkanının olduğunun dile getiren Dilmen, "Ama onun yanında çok kıvrak bir zekası da vardı." gözetmen olarak girdiği bir sınavda Sunal'ı kopya çekerken gördüğünü aktararak, "Ben de yeni bir asistanım, 23 yaşındayım. Yanına gidip utana sıkıla, 'Notları kaldırsanız mı?' dedim. O da, 'yıllarca kopya çekmeme güldünüz, şimdi buna neden kızıyorsunuz?' dedi. Karşılıklı gülüştük ama sonunda notları kaldırdı. O uyarıyı gayet ciddiye aldı." diye hem sınıf arkadaşları hem de genç hocalarla çok iyi anlaştığını aktaran Dilmen, "Onlarla arada çay, kahve içerdi. Yeşilçam ile ilgili çok şey anlatırdı. 'Sinema tarihi' diye bir ders alıyordu ama kendisi çok canlı bir tarihti. Kemal Sunal güldürüsünün aslında dayandığı toplumsal yapıyı iyi etüt etmişti. Yaptığı her hareketi bilinçli yapıyordu. Sadece mimikleriyle güldürü yapan bir adam değildi." ifadelerini kullandı."Örnek bir sinema sanatçısı olduğu gibi, örnek bir aile babasıydı"Üniversitedeki en yakın arkadaşı Engin Yıldırım, Sunal'ın geç yaşta üniversiteye dönerek, buradan mezun olmasının nedeninin herkese ve özellikle gençlere örnek olmak olduğunu ile lisans ve yüksek lisansta aynı sırayı paylaştıklarını ifade eden Yıldırım, sanatçının vefatına kadar yakın arkadaş olmaya devam ettiğini dile Sunal ile üniversite eğitimine tekrar başlamasından sonra tanıştıklarını dile getirerek, "Filmlerdekinin aksine Kemal Sunal içine kapanık bir insandı. Filmlerde canlandırdığı gibi çok iyi bir insandı ama gerçek hayatta ciddi bir insandı. Halbuki film başka, yaşam da başkaydı. Kemal abi, ciddi, az ama öz konuşan bir insandı. Ancak ailesi ve yakın dostlarının yanında türkü söyler, şakalar yapardı. Örnek bir sinema sanatçısı olduğu gibi, örnek bir aile babasıydı. Çocuklarının hem eğitim hem sosyal açından en iyi şekilde yetişmeleri için ne gerekiyorsa yapmıştır." ifadelerini Sunal'ın okumayı çok sevdiğini, derslere de diğer tüm öğrenciler gibi çalıştığını zaman zaman telif yasasının geç çıkmış olmasından şikayetçi olduğunu aktaran Yıldırım, "Son dönem çevirdiği birkaç film ve dizi hariç telif hakkından hiç faydalanamayan mağdur sanatçılarımızdandı. Eğer faydalanabilseydi telif hakları nedeniyle belki de Türkiye'nin sayılı zenginlerinden biri olurdu." değerlendirmesini yaptı."Vefalı bir dosttu"Sunal'ın lisans döneminde en yakın arkadaşlarından biri olan Ekrem Okutan, onunla okulda başlayan dostluklarının ölümüne kadar devam ettiğini zaman zaman dizi setlerinde ziyarete gittiklerini anlatan Okutan, "Bay Kamber dizisi setinde ziyaret gittik. Kemal abiyle dizi setinde dahi ders çalışırdık. Dersleri ciddiyette takip eden bir öğrenciydi." Sunal'ın okulda herkesle diyalog kurduğunun altını çizerek, şunları kaydetti"Tüm sınavlara girerdi. İyi bir öğrenciydi. Ciddi ama espri kabiliyeti de çok yüksekti. Vefalı bir dosttu. Kadıköy’den 1,5 saatte, o zamanın şartlarında Pendik'e geldi, nikah şahidim oldu. İnsan ayrımı yapmazdı asla. Kemal ağabey ile son görüşmemiz ise vefatından 1 gün önce idi. Bana 'Ekrem, yarın senin memlekete, Batum'a gideceğim.' demişti. Ömrü vefa etmedi. Aldığım en kötü haberlerden biriydi. Televizyonlar alt yazı geçerken ben çoktan hastanenin yolunu tutmuştum. Birçok filmde beraber oynadığı rol arkadaşı Dinçer Çekmez ile morga girdik. Kemal abi, karşımda uzanıyordu. Gözlerim doldu. Ellerini tuttum, dua okudum.""İdeolojik bir saplantısını görmedim"Sunal'ın lisans ve yüksek lisanstan arkadaşı olan Dr. Ali Yeşildal ise oyuncunun çalışkan biri olduğunu öncesi Sunal ile ders notu paylaşımında bulunduklarını kaydeden Yeşildal, "Derslerine çalışıp gelirdi. Muhabbet ederdik, hoşsohbet bir adamdı Kemal abi." önce Sunal ve diğer öğrencilerle okulun yanındaki kafede oturup sohbet ettiğini anlatan Yeşildal, "Anlayışlıydı. Türbanlı kızlara karşı demokrattı, hoşgörülüydü. Masamıza zaman zaman türbanlı arkadaşlarımız da gelirdi. Konuşmaktan, muhabbet etmekten çekinmezdi. İdeolojik bir saplantısını görmedim." ifadelerini döneminden arkadaşı Gönül Yıldırım da Sunal ile daha çok sınav dönemlerinde karşılaştıklarını "Ders çalışırken o da bize katılırdı. Mezun olmak için çok çalışıyordu. Ara ara bize soru sorardı. Bize karşı nazik, saygılı ve güler yüzlüydü ama çok da ciddiydi." şeklinde konuştu. FERDİ DURDU MALATYA Malatya İnönü Üniversitesi 19. Bahar Şenlikleri kapsamında üniversite öğrencileriyle bir araya gelen Sanica Boru Elazığspor Teknik Direktörü Yılmaz Vural, Türk futboluyla ilgili birçok konuda çarpıcı açıklamalarda bulundu. Vural, Türkiye’de herkesin mutlu ve hak ettiği yerde olmasını istediğini belirterek, “O gün ki siyasette güncel olan neyse kendisine yakın olanları bir yerlere getiriyorlar. Bunlarla ilişki kuramıyorsanız, bir işin içine girmeniz mümkün değil. Türkiye’nin gerçeği budur. Dolayısıyla bu ülke, bu tarzını değiştirmezse maalesef bizler hiçbir şey olamayız. Çünkü bu taraflar ve güçler hep yer değiştirecek. Benim hayalim Türkiye’de tarafsız davranılsın, ayrılık ve görüş farklılıkları kavgaya dönüşmesin. Bu anlamda Türkiye’de son gelişmeler beni de çok mutlu ediyor. Bu ülkede hepimiz birlikte yaşıyoruz. Dolayısıyla öyle bir ülke hayal ediyorum ki, herkes olduğu konumdan mutlu olsun” dedi. Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde yaşanan olaylara da değinen Vural, şunları söyledi “Maalesef ağzı, burnu, gözü olan ve insana benzeyen birçok canavar var içimizde. Ve bunların kabahati yok. Yönetenler olarak o kadar sertleştiriyoruz ki olayı. Neticede bizim yaptığımız bir gösteri. Futbol bir gösteridir. İnsanlar eğlenmek için buraya gelirler. Amacının dışında davranmaya başladık. “Başarılı olalım da her şey mubahtır. Ne olursa olsun.” Böyle düşünüp, insanları geriyoruz.” Tecrübeli teknik adam, “Maçın heyecanına bile dayanamayıp, kalp krizi bile geçirdiniz? Maç içindeki heyecanınızı neye bağlıyorsunuz?” sorusuna, “Nereden biliyorsunuz numara yapmadığımı? Antalyaspor-Elazığspor maçında 3-0 galiptik. Ben hastaneye gittikten sonra 6-0 oldu. Bu bir şov. Yani bu bir gösteri. Beni seyrediyorlar, oyuncuları seyrediyorlar. İnsanlar keyif almaya gelmişler. Ben futbolun hep gülen yüzü olmaya çalıştım. Yani bunun bir müsabaka olduğu algısını anlatmaya çalıştım. Oyuncu dövmeme kadar. Bakın insanlar hala unutmuyor. Bu kadar ciddi bir iş değil” cevabını verdi. Futbolla siyasetin iç içe olduğunu savunan Yılmaz, “TFF kendi iradesiyle başkanını seçemez. Bu nasıl özerklik? Maalesef biz hala Padişah kültüründen kurtulamıyoruz? Biz halen demokratikleşmeyi, birlikte bir şeye karar vermeyi bilmiyoruz. Bize bu özerkliği verdiler ama biz bu özerkliği kullanamıyoruz” görüşünü öne sürdü. Başlığım dün olduğu gibi bugün de tırnak içinde.. Çünkü dünkü başlığı, Haşmet Babaoğlu'nun enfes bir yazısından ödünç almıştım. O yazının yayınlandığı cuma günü, benden 3 sayfa önce üstat Nihat Hatipoğlu'nun sayfasının manşetinde "Gülümsemek sadakadır" başlığı vardı.. Bu başlık da Hoca'dan ödünç.. 1990'da başladığım bu köşede "gülümseme"nin yarattığı mucizeleri kaç defa yazdım hatırlamıyorum.. Ve de çok şikâyet ettim.. "Yahu ne gülmeyen milletiz. Sokakta tek başına yürürken gülümseyen bir yüze rastlayamayız. Hadi etraftaki yabancılar arasında yürüyenlerin asık suratlı olmasını kabul edelim.. Yahu sabahın yoğun saatlerinde odasına çıkmak için asansör bekleyen biz Sabah mensupları, birbirimize tebessüm edip, 'Günaydın' diyemez miyiz?. Desek ölür müyüz?. Hayır!. Hemen herkeste bir karış surat.. Asansöre binersiniz. Sizden önceki katta binene 'Merhaba' demezsiniz. 'Günaydın' demezsiniz.. 'Selamünaleyküm', 'Tanrı'nın selamı' demektir. Birbirimizden Tanrı'nın selamını bile esirgeriz.. O da zaten gülümsemek bir yana, yüzünü, gözünü kaçırır. İnerken de öyle.. Niye böyleyiz biz" diye çok yazdım, çok sordum.. Niyesini bilmem ama, hem de nasıl böyleyiz.. "Karı gibi gülme lan" diye bir laf dünyanın hangi dilinde var?. Hem kadını aşağılayan ve ayrımcılık yapan, hem de bu yolla gülene söven bir deyim durup dururken çıkmamış ya.. Nihat Hoca "Gülümsemek sadakadır" derken, kaynağını da açıklıyor.. Hazreti Ali, bir gün Hazreti Peygamber'e "Çok sadaka dağıtamıyorum" diye yakınmış. Hz. Peygamber, "Tebessüm et, bu da bir sadakadır" demiş.. Nihat Hoca "Hz. Peygamber 'Tebessüm et, bununla mutlu ol' demek istedi" diye açıklıyor.. İnanır mısınız, Ercan izinli ve rahatsız. İşler Caner'e yıkılınca bir yardımcı almamız şart oldu ki, Caner hiç değilse haftalık izin yapabilsin.. Yeni arkadaş Nihat'a benim arabamı sürmenin ilkelerini anlatıyorum.. "İki araba yolda karşılaşırsak ve mutlak birimizin yol vermesi gerekiyorsa, yol veren daima ve kesin biz olacağız.. Bu arabada 'Yol benim. Hak benim' diye bir kural yok. Ne olursa olsun, yolu biz vereceğiz. Bizde 'Yol verme' diye bir âdet hiç olmadığından öbür arabanın sürücüsü yol verdiğimizi anlamayabilir. O zaman ikimiz de durur kalırız. Bunu önlemenin yolu da basit. Yol verdiğini belli edeceksin. Öbür sürücüye gülümseyecek ve elinle 'Buyurun' işareti yapacaksın.. Hiç beklemediği, hiç alışkın olmadığı bu jestin onu mutlu edecek. Arabasını ilerletirken o da sana gülümseyecek, hatta el sallayıp teşekkür edecek.. Ve fark edeceksin ki, hiç tanımadığın birinin gülümsemesi de seni mutlu edecek.. Belki o yol verdiğin sürücü de, yol vermenin nasıl mutlu bir olay olduğunun farkına varacak.. İçlerinden bir teki bile gülümseyerek ve eliyle işaret ederek 'Buyurun' demenin nasıl bir mutluluk olduğunu öğrenir ve aynisini kendi de uygulamaya başlarsa, bir uygar insan daha kazanmış oluruz." Nihat Hoca'mın "Gülümsemek sadakadır" yazısıyla, benim onlarca "Niye gülmüyor, niye tebessüm etmiyoruz?" yazılarım, dünyaca ünlü Gallup Araştırma Enstitüsü'nün bu yıl açıkladığı "Dünya Duygu Haritası"nı hatırlattı. Bizde minnacık bir haber olmuş, Sevgili Ertuğrul Özkök de üzerine birkaç satır yazmıştı. Ben yazmadım, sakladım.. Hani "Sakla samanı, gelir zamanı" deriz ya.. İşte bugün, o gün.. 1935'te Gallup adlı bir gazeteci tarafından kurulan, 1980'lerde dünya çapında araştırmalara başlayan, 2014'te "Dünyanın En Ciddi, En İnanılan Araştırma Şirketi" seçilen Gallup, 2021 yılı Dünya Duygu Araştırması'nın sonuçlarını açıklamıştı. Dün, "ulusal öfkemiz"i yazmıştım, Haşo'dan ilham.. Bugün de "gülümsemeyişimiz"i.. Nihat Hoca'dan el alarak.. Gallup anketçileri çeşitli ülkelerin sokaktaki adamına, "Dün herhangi bir şeye gülümsediniz ya da kahkaha attınız mı" diye sormuşlar. Sonuç.. Bu araştırmaya göre, tebessüm ve gülme konusunda, dünyada sondan beşinciymişiz. "Evet" diyenlerimiz yüzde 41'de kalmış çünkü. Altımızdaki dört, Bangladeş, Nepal, Lübnan ve Sırbistan.. Bunlara bakıp, en çok gülen ülkelerin de en gelişmişler olduğunu düşünmeyin, yanılırsınız. Dünyanın en gülen ülkesi yüzde 85 "Evet" ile Senegal!. Aklınıza gelir miydi?. Ardından gelenler, Paraguay, Sri Lanka, İzlanda ve Güney Amerika.. Gelelim "Sakin.. N'olur sakin" başlıklı dünkü yazımıza.. Yani öfkemize.. Gallup, dünya sokaklarında dolaşıp insanlara, "Son 24 saat içinde öfke hissi duydunuz mu?" diye de sormuş.. Sonuç.. Birinci Irak, ikinci TÜRKİYE.. Yüzde 44 "Evet" demişiz. Üçüncü Lübnan, dördüncü geçen hafta darbe olan Tunus.. Beşinci Mısır.. Dünyanın en az gülen ve en çok öfkelenen ülkeleri arasında olunca, her gün üçüncü sayfalarımızı dolduran cinayet, intihar, katliam haberlerine niye şaşırıyoruz ki?. Doymak bilmeyen ihtiraslarımız, ucu bucağı olmayan hayallerimiz, yaşadıklarımız ve elimizde olanlar bizi mutlu etmiyor, tam tersine "Gözünün üstünde kaşın var" lafına öfkelenip silaha sarılmamıza ya da durup dururken mutsuzluğa kapılıp ruhsal yıkıntımıza sebep oluyor.. Bizim, kelimenin tam anlamı ile toplum psikologlarına ihtiyacımız var. Hayattan tat almayı öğretecek toplum uzmanlarına yani.. Bir de öfkeyle saldıran değil, "gülümseyerek sadaka dağıtan" toplum liderleri lazım, değil mi Nihat Hocam!. * İÇİMİZDEKİ YANGIN... Sevgili Zeynep Özyılmazel, Bodrum'da yarı iş, yarı tatil kısa bir süre geçirdi. Daha uzun olmasını planlamıştı, ama bir yanda pandemi, bir yanda yangınlar süreyi kısaltınca İstanbul'a döndü. İstanbul, Karaköy'deki evinin penceresi demek, okurlarımız iyi bilir.. Dönüş, "Beklenmeyene Yazılar" kitabında topladığı Pencere önündeki ilhamla kaleme aldığı yazılara da dönüş oldu ve ilki geldi.. Buyurun "İçimizdeki Yangın"ı.. *** Günlerdir içimden geçirdiğim cümleleri toparlamaya çalışıyor, yazabildiklerimi tekrar tekrar siliyor, sonunda hiçbir yere varamıyorum. İçim karışık, duygularım karışık... Birçoğumuz gibi... Günlerce yangın haberleriyle yatıp kalktığım için ne kadar yorgun düştüğümü fark etmemişim. Dün bütün gün gözümü açamadan uyuyunca anladım. Bu kadar güzelliğin, bu kadar canın yanıp gitmesine kahrolmamak mümkün mü? Ama anlaşılan bunu kanıtlamak da gerekiyormuş. Herkes yangın görüntülerini paylaşırken, ben farklı bir şey yapmak istedim. Hani her gün Instagram hesabımın "hikâye" bölümünde bir nevi Modern Saatli Maarif Takvimi yayınlıyorum ya... Günün şiiri, şarkısı, sözü, önerisi, sorusu... Orada memleket şiirleri, şarkıları paylaştım, "Birbirinize karşı anlayışlı olun" dedim, "Eğer her şeyde bir hayır varsa, bu yaşananlardaki hayır ne olabilir" diye düşündüm. "Eğer Allah istemeden hiçbir şey olmaz ise, Allah ne görmemizi istiyor olabilir?" diye sordum... Ne ruhsuzluğum kaldı dostlar, ne anlayışsızlığım... Pek güzel laflar yedim bazı takipçilerimden... Herhalde ağlarken fotoğraflarımı paylaşmalı, küfür kıyamet paylaşımlar yapmalı, bağışlarımın faturalarını yayınlamalıydım... Oysa seneyi işsiz geçiren tüm yiyecek, içecek ve müzik sektörü, sessizce ve tabii ki gönülden geri çekildiğinde ve de üstelik tüm imkânsızlıklar içindeki imkânlarını seferber ettiğinde bunu pek az kişi fark etti.. Ama bu arada gerekli yerlere para yediren bazı gece kulüpleri, üstelik de saat kısıtlamasına rağmen, sabaha kadar "gizli" eğlenceler düzenlerken bu kimse tarafından görülmedi... görmezden gelindi... Sosyal medya sayesinde harika organizasyonlar da yapıldı. Takdir etmemek, sevinmemek, böyle bir gücün olmasının güvenini yaşamamak, bu vesileyle vatandaşlarımızın yardımseverliğine şahit olmaktan gurur duymamak mümkün değil. Ancak tehlikenin farkında mısınız? O sürekli yakındığımız kutuplaşma ateşinin nasıl harlandığını görüyor musunuz? Artık taraflar! bile kendi içlerinde bölünmüş vaziyetteler. Oysa biz bir değil miydik? Her inanca, her düşünceye, her görüşe kucak açmayacak mıydık? Kimse kimseyle aynı fikirde olmak zorunda değil. Herkes haklı da olamaz. Zaten alınmayan tedbirler, yanlış kararlar, yapılması gerekenler çıkmayacak mı ortaya? Ama bu linç kültürü bize bir arpa boyu yol aldırmayacak. Ortada her ne hata varsa, yanlış giden her neyse, sonunda düzeltecek olan yine bizler değil miyiz? Peki bunu öfkeyle mi yapabiliriz yoksa sükûnetle mi? Akılla mı yapabiliriz, fevri davranarak mı? Suçlayarak mı yapabiliriz, "Benim bunda payım nedir?" diye sorup kendimizi sorgulayarak mı? Zaman insan olmaya dair tüm bildiklerimizi masanın üzerine koyup iyice düşünme zamanı dostlar... Aksi takdirde bugünden daha iyisini yaşamayı beklemek ahmaklık olur... ................... Müzik önerisi İnsan Olmaya Geldim - Arif Sağ * Ünal Özüak/Kitap ENFES BİR TARİHİ, SİYASİ POLİSİYE... Elinizden bırakmadan bir solukta okuyacağınız, BALKAN HAYALETLERİ adlı, Hayy Yayınları'ndan yeni çıkan siyasi polisiye romanına "Bugün günlerden son gün" alt başlığıyla giriyor Ahmet Sevindik. Balkanlar'dan Manisa'ya, İstanbul'a, oradan tekrar Balkanlar'a uzanan yüz küsur yıllık bir ticaret, tarikat, cemaat, akçeli işler, cinayet hikâyesini... MİT, Sırp polisi ve istihbaratı, Sırp mafyası arasında olayın peşini bırakmayan eski emniyet mensubu Orhan Derman ve onun ekibinin serüveninde anlatıyor. Daha doğrusu yaşatıyor. Graham Green'in ünlü "Üçüncü Adam" ve "Havana'daki Adamımız" kült polisiyeleri kıvamında yazılmış BALKAN HAYALETLERI sayfalarını tez çevirmek, düğümleri çözmek için sabırsızlanacaksınız. "Delilleri takip ederseniz suçluyu bulursunuz ama parayı takip ederseniz neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz!" diyor romanın kahramanı Orhan Derman.. Orson Welles'in devleştiği "Üçüncü Adam" 1949 ve Alec Guinness ile Maureen O'Hara'nın birlikte efsane oyunculuk sergiledikleri "Havana'daki Adamımız" 1959 filmleri gibi Balkan Hayaletleri'nin filmi çekilse "Behzat Ç." rolünde harikalar yaratan Erdal Beşikçioğlu, Komiser Derman rolüne cuk oturur. Kinin ve nefretin kemikleştiği Balkanlar coğrafyasında "Balkan Hayaletleri Bugün Günlerden Son Gün", bizim tarihimizde facia olarak geçen Balkan Savaşı'ndan sonra bir kanadı Makedonya'dan kaçarak Anadolu'ya sığınan, diğer kanadı Makedonya'da kalmayı tercih eden bir ailenin yaşadıklarına odaklanıyor. Ailenin asırlık dramını okurken Moda Mektep Sokak No 22'deki ahşap evimizin tavan arasındaki ceviz sandıktan bulup çıkardığım, yığınlar halinde üst üste istiflenmiş asker, kadın, çoluk çocuk Türk cesetlerinin soluk, sepya sarısı resmini gösterdiğimde gözleri dolarak "Bulgar mezalimi" diyen ciciannem geldi gözümün önüne. Trabzonlu Kahyaoğulları'ndan Zennube Hanım'ın, yüz yaşını devirdikten sonra geçirdiği demans yüzünden zaman zaman evden kaçıp "Enver'lere gidiyorum" diye Moda'da mırıldanarak dolaşırken, tanıyanlar tarafından "Tamam hanımefendi sizi saraya götürelim" diye eve döndürülmesi hoş çocukluk anılarımdandır. Ciciannem, Mustafa Kemal ve ünlü İttihatçıların Harbiye'deki tabiye, gerilla savaşları hocası Trabzonlu Miralay Nuri Bey'in eşiydi. Şevket Süreyya Aydemir, "Tek Adam" kitabında Mustafa Kemal'e Kurtuluş Savaşı'mızın gerilla savaşı taktiklerini Harbiye yıllarında öğreten hoca olarak bahseder Nuri Bey'den... İşte o Nuri Bey'in kılıç ve nişanlarıyla dekman Kovboyculuk gibi bir eski çocuk oyunu oynarken aşağı getirerek büyük anneannemi ağlattığım o resmin siyasi polisiye romanını yazmış Ahmet Sevindik, BALKAN HAYALETLERİ diye.. Bizim Kadıköy Maarif Koleji'nin mezunu, ülkemizin önemli sinema adamlarından biri olan Eriş Akman, "Senaryonun sırrı hikâyenin sağlam olmasından geçer" der. Ahmet Sevindik, çok sağlam hikâyeye oturtmuş ilk romanını... Osmanlı'nın dört düvele karşı mücadele verdiği Balkan Savaşı'nda yaşadığı toplu kıyım fotoğrafları benim de gözlerimi doldurdu. Soykırım edebiyatı yapan ABD Başkanı Biden görmeli bunları... Biz soykırım anması yapacak olsak hafta olurdu... * TEBESSÜM - Kara kedi görmek gerçekten uğursuz mudur?. - Evet.. Fareler için.. * SEVDİĞİM LAFLAR Hayatın kötü günleri de olmalı ki, insan dayanıklılığını ve cesaretini gösterebilsin. Senancour Yasal Uyarı Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz. Ayrıntılar için lütfen tıklayın. “Yerçekimi nasıl cisimlerin özü ise, özgürlük de insanların özüdür.”[1] Jean Jacques Rousseau’nun, “İnsanlar özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuş olarak yaşarlar,” biçiminde tarif ettiği hâlin küresel bir despotlukta ifadesini bulduğu zorbalıkla yüz yüzeyiz… Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Sağımdan solumdan geçip duran, telaşla koşturan, her zaman aceleci, asık suratlı, endişeli insanlara katlanamıyordum… Neden hep üzgün, hep endişeli, telaşlıydılar? Nedendir, mutsuzluklarının suçu kimindir?”[2] sorusuyla müsemma ve “Şimdi korku mevsimi”[3] diye tarif edilen terörün kollarında sarsılıyoruz! Bu tabloyu en iyi Ursula Kroeber Le Guin’in şu satırları betimliyor “Burada devletlerden ve silahlarından, zenginlerden ve yalanlarından, yoksullardan ve sefaletlerinden başka bir şey yok. Burada doğru hareket etmenin, temiz bir yürekle hareket etmenin yolu yok. İçine kâr, zarar korkusu ve güç isteği girmeden yapabileceğiniz bir şey de yok. … Özgürlük yok…”[4] Evet tam da böyle galiba! XXI. yüzyılda “özgür olmak”, “olağan”a denilene boyun eğip; terliğini, pijamanı giyip, sıcak evinde oturarak sıradanlaştırılmış kötülüğe teslim olmak iken; yerküredeki tüm kötülükler; onlardan kurtulup, güzellikleri yaratma zorunluluğumuzun gerekçeleridir ya da olmalıdır. Malum Jean-Paul Sartre’a göre, “Mahkûm olduğumuz şey”dir özgürlük. Bunun elbette zorunlulukla devasa bir ilişkisi söz konusuyken; “Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk ortaya koyan Hegel oldu. Ona göre, özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür’. Özgürlük doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, tam tersine bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme sayesinde bu yasaların belirli amaçlar doğrultusunda planlı bir biçimde kullanılma olanağında yatar. Bu, hem dış doğa yasaları için, hem de insanın kendisinin maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar için -gerçeklikte değil, olsa olsa tasarımımızda ayırabileceğimiz iki yasa sınıfı için de- geçerlidir. Bundan dolayı, irade özgürlüğü, ne yaptığına bilerek karar verme yetisinden başka bir şey değildir. Demek ki, belirli bir sorun üzerinde bir insanın yargısı ne kadar özgür ise, bu yargının içeriğinin belirliliğinin zorunluluğu da o kadar büyük olacaktır… Demek ki özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğa zorunluluklarının bilgisi üzerine kurulu egemenlikten oluşur.”[5] * * * * * Akıl, adalet, emek, eşitlik ve başkaldırı özgürlüğün vazgeçmesi mümkün olmayan yoldaşlarıyken; ne kadar çok tabu, baskı, yasak varsa; özgürlük de o kadar acil ve gündemdedir. Yani özgürlük ihtiyaçtır; ihtiyaçtan doğar; Henri Lefebvre’in de işaret ettiği gibi “Özgürlük, ihtiyacın içinde ve ihtiyaç dolayısıyla doğar. Uygulanma fırsatı bulduğunda, bu sert gerçeğe nüfuz etmesini ve onu dönüştürmesini sağlayan çatlağı keşfeder. Nihayet, insan, eksik olan ihtiyaçtan yola çıkarak olasılıklar dünyasını keşfeder, bu olasılıkları yaratır, aralarından seçer ve gerçekleştirir. İnsan, tarihsellik olur. Bilinci kapanamaz. Bireysel bilinçler toplumsal bilinçlere, toplumsal bilinçler de bireysel bilinçlere açılır; insan bilinçlerinin çokluğu dünyaya açılır.”[6] Yani eşitlikten arî ele alınması mümkün olmayan özgürlük; bir insan için tüm insanlar kadar vardır. Düşüncesini açıklayamadıktan, farklılığını ortaya koyamadıktan sonra hiçbir özgürlükten söz edilemezken; birlikte yaşamanın, kardeşleşip, ortaklaşmanın temeli özgürlükleri genişletip, derinleştirmektir. * * * * * “Bir köle olarak yaşamaktansa, özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir,” diyen Yılmaz Güney’in uyarısını “es” geçmeden unutulmamalı; insanlık için eğer temel bir etik ilkesi varsa, o da eşitlikçi-özgürlüktür. Özgürlük, fedakârca sorumluluklar gerektirirken; onun için yaşamak akıntıya, ölüme inat yaşamaktır; Che Guevara’nın, “İki şeye hakkım var özgürlük ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim, çünkü kimse beni canlı tutsak edemez,” vurgusundaki üzere… Özgürlüğün en büyük düşmanı egemenler kadar, düzenin manipüle ettiği hâlinden memnun kölelerdir! Kapitalist yabancılaşmanın köleleştirip, sürüleştirdiği yığınlar açısından “Özgürlük ancak her şey anlamını yitirdiği zaman ortaya çıkabilir; çünkü anlam, ne tür olursa olsun, yalnızca ideolojik bir kabuktur,” Jean-Paul Sartre’ın da altını çizdiği üzere! * * * * * Yalanın, kandırma ile yanılgının etkisi altındaki insancıkların özgürlüklerinden vazgeçtikleri suskunluğun orta yerinde en büyük tehlike özgürlükler konusunda “mış” gibi yapan tulûattır. Korkunun egemenliğine gönüllü köleliğin “özgürlük diye” pazarlanması, sunulmasıdır. Oysa ki özgürlük, egemen yalanlardan bağımsız yaşamak, kopmaktır! Şöyle bir anımsayın Hep korkutulduk; hâlâ da korkutuluyorken özgürlükler öcü, umacı ya da yasak meyvedir! Ancak tüm yasaklara, yasakçılara rağmen son insan ölene dek, özgürlük de mücadelesi de asla yok edilemeyecektir. Çünkü bu mücadeleyi engellemeye çalışanlar, özgürlüğün galebe çalacağı kaygısıyla kavrulanlardır. Ve insanlar uğruna ölümü göze aldıkları sürece, özgürlük yok olmayacaktır. Bu yolda sadece insan zekâsına, iradesine ihtiyacımız varken; özgürlük olmadan hayatın anlamı yoktur. * * * * * Hepimizin, herkesin hakkıdır özgürlük; onu savunanların ödedikleri bedelin ağırlığı göz ardı edilmemelidir. Ve de özgürlük gelecek umudu olmaktan öte şu “an”ken; eğer korkmayı reddedersen ve köle olmamaya karar verirsen; o zaman zincirlerin kırılır. Komutan Yardımcısı Marcos’un ifadesiyle, “Özgürlük şafak vakti gibidir. Kimileri gelmesini beklerken uyur, ama kimileri de uyanık kalır ve ona ulaşmak için gecenin içinden yürür”ken; ölüm korkusunu aşamayanlar için özgürlük yoktur ve “Özgürlük içinde yoksa, hiçbir yerde yok demektir,” Fernando Pessoa’nu ifadesiyle… Evet, evet “Önce özgürlüğünüzün peşine düşün. Olumsuz düşüncelerinizden, korkularınızdan, bağımlılıklarınızdan, ilerlemenizi engelleyen her şeyden özgürleşin,” notunu düşen Stefano D’Anna’nın altını çizdiği üzere özgürlük onun kazanmak için mücadele eden kimsenin hakkıdır. Gerçek özgürlük, başkaları gibi, ya da herkes gibi düşünmeye mecbur olmama hali, ve her zaman farklı düşünenlerin özgürlüğüdür. * * * * * Nihayetinde daha güzel bir yerkürenin özgürlüksüz gerçekleşemeyeceği açıkken; insanlar iktidardan korktuğu zaman, zorbalık; iktidar insanlardan korktuğu zaman özgürlük öne çıkar. Bu nedenle de özgürlük cesur olmayı elzem kılarken; “Paranın egemen olduğu bir toplumda, emekçilerin yoksulluk içinde kıvrandığı, bir avuç zenginin de onların sırtından asalaklık ettiği bir toplumda gerçek özgürlük olamaz… Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır,” der V. İ. Lenin… Sonra da ekler Karl Marx “Özgürlüklerin şu ya da bu biçimine karşı olanlar, bütün özgürlüklere karşıdırlar… Özgürlük; köleler için değil, köle olduğunu bilenler içindir… Emek kara tende ezildiği sürece, Beyaz tende asla özgür olamaz…” Yani özgürlük ancak topyekûn kurtuluş uğruna mücadeleyle mümkündür. * * * * * İnsanlıkın kendi seçimlerinden, eylemlerinden, kendi yaşam durumundan sorumlu olduğu özgürlük yapabildiklerimizden ziyade, yapamadıklarımızla ilgiliyken; efendisiz olmaktır. Düşüncenin, isteğin ve iradenin olmadığı yerde özgürlük olamazken; kurtuluş özgürlükten doğar ve onu üretmek yetmez, paylaşmak, toplumsallaştırmak gerekir. Çünkü kolektif özgürlük, hayatın ta kendisi ve insanlık onurudur. Bu bağlamda özgürlük; otoriteye/ iktidara “Hayır” diyebilme gücüdür; bunun sırrı da cesarettedir. Ignazio Silone’nin altını çizdiği gibi, “Özgürlük; kuşku duyma olanağı, hata yapma imkânı ve nereden gelirse gelsin, otoriteye hayır diyebilme gücüdür… Kendi kafasıyla düşünen insan özgürdür; doğru olduğuna inandığı şeyler için mücadele eden insan, özgürdür.” Özgürlük mücadelesi, sadece özgürlüğe ulaşmak değildir; bu mücadele, insan karakterinin en güçlü, en kararlı ve en mükemmelini geliştiren bir kurtuluş mücadelesiyken; kapitalist toplumda özgürlük hakkında konuşmak saçmadır. Böylesi bir düzlemde özgürlük mücadelesi acı verse de; en radikal biçimiyle, insanlıkın gidişatını değiştirme iradesiyken; “Özgürlük daima isyana açılan bir kapıdır,” Georges Bataille’ın işaret ettiği gibi… * * * * * Kurtuluş mücadeleleriyle müsemma dünya tarihini yazan özgürlük bilinçliğinin gelişmesiyken; özgürlük hiçbir zaman oy pusulasında olmayıp; elimizde pankart taşıyarak, dilekçe yazarak gelmeyecek, gelemeyecektir. José Martí, “Özgürlük düşmanları yüksek sesle yargılarlar,” derken; köleliğin olduğu yerde özgürlük olamaz ve de özgürlüğün olduğu yerde de kölelikten söz edilmeyip; özgürlük için bilincinizi, vicdanınızı, satmamanız ve sınıfsal öfkenizden vazgeçmemeniz yeterlidir. Kolay mı? Rıfat Ilgaz’ın, “Açların boyun büktüğü memlekette/ Kişi özgürlükten laf etmemeli,” biçiminde tarif ettiği tabloda özgürlük, emeğin haklarına müdahale edilmemesi ile ölçülür. Çünkü “Özgürlük; hayatı bütünüyle yaşamak demektir, yeterli beslenme, giyinme ve barınma konusunda, bedenin gereklerini karşılamak için ekonomik olanak, ayrıca aklın faaliyet alanını genişletmek, kişiliği geliştirmek ve kişiliğimizi ortaya koymak için etkin fırsat ve olanaklara sahip olmak demektir,” Leo Huberman’ın saptamasıyla ve o, devamla şunları da ekler “Yalnızca bir avuç insan için değil, tüm insanlar için özgürlük”… “Zaruret içinde olan insanlar, özgür değildir”… “İhtiyaçların pençesinde kıvranan insan, özgür insan değildir”… “Kitaplardaki özgürlükler gerçek yaşamımızda her zaman bizim olmamıştır”… * * * * * Stefano D’Anna, “Size öğretilen ve anlatılan dünyanın, anlatıldığı gibi olduğunu söyleyenler sadece anlatanlardır. Korkmanız, çekinmeniz, endişe etmeniz gerektiği söylenen her şey, bu betimlemenin pençesindeki insanların fikirleridir. Oysa bunlar olumsuz duygulardır ve hiçbiri dünyaya geldiği hâliyle insanın mayasında olan hisler değillerdir. İnsan korkusuz doğar. Korku, zorla öğretilir,” diye haykırırken; özgürlüğün gerçek temeli itaatsizliktir; ezen hiçbir zaman özgürlüğü gönüllüce vermez; ezilenler onu istemeli ve uğruna mücadele etmelidirler. Özgürlük nihai kertede, insanın kendi seçimlerinden, eylemlerinden, kendi yaşam durumundan sorumlu olduğu anlamına gelirken; Ursula Kroeber Le Guin’in, “Hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Hiçbir şey sizin malınız değil. Özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir,” vurgusu kulaklara küpe edilmelidir. Tıpkı “İnsan, istediği an özgür olur,” diyen François Marie Arouet Voltaire’in uyarısındaki üzere. Malum “Özgürlük yalnızca onu savunacak cesareti olanlara aittir,” dermiş Pericles… * * * * * Bunları gerçekleştirebilirsek; Leo Huberman’ın, “Dünyayı kurtarıp, güzelleştirme umudumuz var,” sözlerine layık olabiliriz, her özgür insan gibi… Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır “Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyenlerden; dünyaya aşağıdan bakanlardan; kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayanlardan; yaşadıklarımdan asla pişman olmayanlardan ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addedenlerden; sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyenlerden; bir afet-i devrana aşık olanlardan; hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olanlardan ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyenlerin safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dediklerinden ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.” N O T L A R [*] İnsancıl, Yıl31, No367, Şubat 2021… [1] Louis Althusser. [2] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala, çev Nihal Yalaza Taluy, Can Yay., 2019. [3] Eduardo Galeano, Tersine Dünya Okulu, çev Bülent Kale, Sel Yay., 2017. [4] Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, çev Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 2017. [5] Friedrich Engels, Anti-Dühring, çev İsmail Yarkın, İnter Yay., 2000, [6] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev Işık Ergüden, Sel Yay., 2012. Karşınızda sürekli surat asan bir insan sanırım sizi de ziyadesi ile her zaman güler yüzlü olmak zorunda değiliz. Zaten bunun imkanı da her sabah uyandığında"Özellikle afyonu patlamadan"çevresindeki insanlara hayatı zindan edecek kadar yüzü gülmeyenbir insan... Gün içinde ona bir şey anlattığınızda sizi çatık kaşlarla dinleyen. Ya da dinliyormuş gibi yapıp aslında kafasında bin bir tilki dolaşan bir yakınınız, ya da bir eğer böyle bir insanla sürekli yaşamak zorundaysanız. Allahyardımcınız güler yüz, tatlı dil insana cesaret verir, mutluluk verir. Güleryüzlü insanlar her kusurunuzu görmez. Ona rahatlıkla bir sıkıntınızıanlatabilir, dertlerinizi Çin atasözü"Sevinçli anında kimseye vaatte bulunma, öfkeli anında kimseye cevap verme.." der. Belki çok doğru bir söz bu çünkü öfkeli anımızda kırıcı olma ihtimalimizyüksekken, çok mutlu bir anımızda da, yapamayacağımız vaatlerdebulunma olasılığı bir insan her zaman mutlu olamayacağı gibi. Her zaman asık suratlı da olmamalıdır. Eğer sürekli mutsuz görünen, sürekli asık suratla dolaşan bir arkadaşınızvarsa, sadece arkadaşınızdır. Hiç bir zaman dostunuz sevdiğimizi söyleriz. Ama sağanağa dönünce şemsiyemizi kişiyi ne kadar seversek sevelim. Eğer bizi mutsuzluktansırılsıklam ediyorsa gün gelir tahammül edemeyecek duruma zamanlar İstanbul radyosunda aile sohbetleri yapan yazar ve şairŞevket RADO gülmek, gülümsemek ile ilgili yaptığı bir sohbette anlatmıştı."Bektaşi’nin hikayesini bilirsiniz. Seksen yaşında öldüğü halde mezar taşına beş sene yaşadı” diye yazdırmış. Bu beş sene onun hayatta gülerek, neşe içinde yaşadığı, gam kasavet nedir bilmeden hoşça geçirdiği seneler ile bildiğimiz "Bektaşi" bile sadece beş sene gülerek, neşe içinde yaşadığını söylemişse. Vay bizim halimize...Hayatımızı uzatabilmek için hoş görüyü, güler yüzü ve paylaşmayı doyasıyayaşamalıyız diye düşünüyorum. İnanın gülmek size çok yüzünüz solmasın...

asık suratlı olmayan yüzü her zaman gülen